HAVA MODELLERİ VE RADAR İÇİN TIKLAYINIZ

Konuyu Oyla:
  • Toplam: 1 Oy - Ortalama: 5
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Odun-Kömürle Isınılan Seneler-I
KIŞA HAZIRLIĞIN TÂ YAZDAN BAŞLADIĞI SENELER VE ODUN-KÖMÜR ALMA TELÂŞESİ

Bindokuzyüzseksenlerin ortalarına kadar, çok uzun yıllar boyunca, İstanbul'da ısınmak için odun, kömür ve gaz kullanılırdı. Henüz doğalgazla tanışılmamış tabii... Kentin cüz'i birkaç bölgesinde evlere ulaşan havagazı şebekesi mevcut ve İETT idaresi tarafından Kâğıthane, Hasanpaşa, Dolmabahçe ve Yedikule gazhanelerinden şehre pompalanıyor. İstanbul'un geri kalan evleri ise, mecburen başlarının çaresine bakmak zorunda. Her evin içinde bir (kimi zaman iki) soba kurulu... Bu sobalar, oturma odasının bir köşesinde oldukça büyük bir alanı kaplıyorlar (1 metrekareden fazla bir alanı). Aslında ilk bakışta az gibi görünse de, birkaç metrelik odalarda bu bölgenin tamamen iptali sözkonusu...

Sobalar da iki çeşit: İlki, içinde odun ve kömür yakılan, dökme demirden, ağır ve oturaklı sobalar, diğerleri ise gazla çalışan ve bunlara nazaran daha hafif, sacdan mamul, oturan bir ata benzeyen, kahverengi, silindirik “Auer”ler...

Odun-kömür sobaları gaz sobalarına göre daha iyi ısı verdikleri için tercih ediliyorlar. Markaları da farklı farklı. Bizim evdekinin markasını hiç unutmuyorum: “Şâkir Zümre”... Gaz bulunması da yetmişli yıllarda başlıbaşına bir sorun. Bugün alsanız bile, yarın tekrardan bulabileceğiniz şansa kalmış. Bu yüzden ilk bahsedilen tür sobalar daha revaçta... Kömür sobaları, Unkapanı ile Yenicami arasındaki sahilde yanyana sıralanan sobacılardan alınıyor genellikle. Herkes ihtiyacını buradan temin ettiği için, esnaf da nisbeten ucuza satıyor ve sürümden kazanıyorlar. Zaten semtin ismi de halk arasında “Sobacılar” olarak geçiyor.

Bu sobaların yakıtı olan odun ve kömür, yaz ayının ortalarında, Haziran-Temmuz gibi satın alınır ve evin kömürlüğüne itinayla istiflenirdi. 1970'lerde, yazın o en sıcak günlerinden birinde rahmetli peder bey, o gün kömür (ya da odun) almaya Yenikapı’ya gideceğimizi söyler, hazırlanmamı isterdi. Yazın ortasında neden odun-kömür almaya gideceğimizi bir türlü çözemezdim. Ne gereği vardı bu sıcakta? Kış gelince gidip alınır, paraya bakmıyor mu iş? Bakmıyormuş meğerse... Sonbaharda bunların fiyatları yaza göre yüzde elliden fazla artar, sonra aynı mamulü kazık yiyerek satın almak zorunda kalırmışız, neden sonra öğrendim... Yine de odun-kömür almaya gitmekten gocunmaz, hatta sevinirdim bir de. Çünkü, meselenin sonunda beni bekleyen sürprizi kaçırmak hiç de işime gelmezdi.  

Erkenden yola çıkılır, Aksaray’a kadar otobüsle gidilir, indikten sonra da Yenikapı istikametine dönerek, aşağıya doğru on dakika kadar yürünürdü. Yenikapı’ya inen Mustafa Kemal Bulvarı, sahilde sonlanırdı. Burada yürümek çok zevkliydi. Çünkü yokuşun bitimine yakın, zeminin göbek yaptığı mevkide Yenikapı tren istasyonu görünür, Sirkeci ve Halkalı istikametlerinden gelen banliyö trenleri, sık aralıklarla bulvarın üzerindeki demiryolu köprüsünden atlayarak geçerlerdi. Fonda da pırıl pırıl parlayan masmavi Marmara tabii...  

Ama biz sahile kadar inmez, Küçük Langa’nın girişi olarak tâbir edilen alana varırdık (şimdiki Metro İstasyonu’nun bulunduğu alan). O senelerde burası İstanbul’un Avrupa yakasının odun-kömür deposu, âdeta “yakıt hali”ydi. Yanyana sıralanan bir dolu oduncu ve kömürcü mevcuttu. Galiba ön kısımda oduncular, biraz berilerinde ise kömür satıcıları bulunmaktaydı. Bütün işyerleri de (gerçi işyeri demeye bin şâhit ister, çünkü tamamı da üzerlerine branda ya da naylon gerilmiş, hemen dibine biryere de, içine bir kişinin zor sığacağı yamuk-yumuk ahşap kulübelerin oturtulduğu) aslında derme-çatma depolardan oluşmaktaydı.

resim
Yenikapı odun depoları...

Bizim her sene ille de müdâvimi olduğumuz oduncumuza giderdik (O’nun odununun lezzeti bir başka tabii, başkasına gitmek olmaz, sanırsınız odun değil de İstiklâl Caddesi’nde kremalı pasta alıyoruz müdâvimi olduğumuz pastahaneden Smile ). Adam bizi tanır, peder beyin elini sıkar, benim de başımı okşayıp homur homur birşeyler söylerdi bana... Hiçbir şey anlamazdım ne dediğinden. Depodan yoğun bir ham ahşap kokusu yayılırdı. Aslında nefis kokudur odun kokusu... İnsanı garip bir şekilde cezbeden bir râyiha salar bu odun demetleri... Doğal, ilginç, güzel bir koku...  

Rahmetli peder, oduncu beyamca ile ayaküstü yapılan birkaç kısa hoşsohbetten sonra fiyatı sorar, gerekli pazarlığı yapar ve birkaç çeki oduna karşılık gelen parayı öderdi (Odun: çeki adı verilen tartı birimiyle ölçülürdü. Galiba 250 kiloya, yani çeyrek tona karşılık gelirdi). Pardon pardon. Bir dakika... Parayı baştan ödemezdi, sonunda öderdi. Niye mi? Efenim, şundan ötrü...  

Deponun yanında park halinde bekleyen kamyon ile kamyonet arası çok çok eski bir Dodge marka araç deponun önüne çekilir, oduncu ve yardımcısı tarafından, tahtadan kasasına odunlar özenle istiflenirdi. Göz kararı doldurulan bu odunlar, peder beyin “tamam” demesiyle sona erdirilir, ardından kamyon büyük bir metal yüzeyin üzerine çekilirdi. Bu, kamyonetin alanından daha büyük olan dikdörtgen metal yüzey, aslında devâsâ bir tartıydı. Bütün odun ve kömürcüler ortak kullanırlardı bunu. Üstü masmavi yağlıboya ile boyanmıştı ama, lâstik izlerinden dolayı yer yer kararmıştı yüzeyi...

Tartılan kamyonetin ağırlığı bir kâğıda yazılır, bu arada şoför mahallinin önündeki torpido gözüne ya da camın üzerindeki gölgeliğin arkasına sıkıştırılan araç kâğıdı ile karşılaştırılır, burada yazılan dara (boş ağırlığı), son rakamdan düşülür, aradaki fark, araca ne kadar odun yüklendiğini belirtirdi. Tabi, tam olarak çekinin katlarına karşılık gelmediği için uygun hesaplamalar yapılır ve ödenmesi gereken meblâğ böylelikle ortaya çıkardı. Rahmetli peder bey işte o zaman ödemeyi yapar, beyamcanın elini sıkar ve beni kucakladığı gibi şoför mahalline oturturdu... Veeee, yazının başında bahsettiğim sürpriz de o anda başlamış olurdu. Kamyonete biniyoruz, düşünebiliyor musunuz? Wink

Şoför önce kamyonetin önündeki motor kapağının altındaki bir deliğe “L” şeklinde bir demir sokarak, bunu saat yönünde 7-8 defa çevirirdi. Motor çalışmaya başlardı. Hemmen koşarak direksiyonun başına geçer ve aracı hareket ettirirdi. Kamyonet ıhıl-mıhıl yola koyulur, Yenikapı Meydanı, Aksaray, Muratpaşa üzerinden Vatan Cadesi’ne girerek, sağdan yavaş yavaş yoluna devam ederdi. Giderken kamyonetten belli aralıklarla; “Dıııızzt.. Dııızzt!...” şeklinde sesler gelirdi (O yılların kamyonetleri böyle enteresandılar işte... Biz ve bizden evvelki jenerasyon çok iyi hatırlayacaklardır bu çoksesli vâsıtaları). Hırka-i Şerif sapağından içeri dönerek bizim sokağa ulaşıldığı anda, mahalle arkadaşlarımın dışarıda oynar halde olması için içimden dua ederdim. Çünkü ben, bir kamyonetin mahallinde, cam kenarında oturur halde sokağımıza duhûl eyleyeceğim...  Var mı bundan ötesi? Aman da ne şeref, ne şeref!... Smile  

Beni şoförle babam arasına oturturlardı. Böylece, yolda olası bir kapı açılması durumunda aşağıya düşmeyeyim (Babam düşsün,  şayet ille de düşecek biri olacaksa Smile ) diye validem sıkı sıkıya tembih ederdi evden çıkmadan... Ama ben allem eder kallem eder, sokağa girilince babamla acele tarafından yer değiştirerek cam kenarına geçerdim ve kurum kurum kurularak, sağ kolumu kapının açık olan camına dayardım. Sokakta misket ve top oynayan yaşıtlarımın bize gıpta, hayranlık, haset ve de kıskançlık içinde bakmalarını sağlamak tabii ki amaç... Ama netice pek de istediğim gibi olmaz, çocuklar yan gözle kamyonete şöyleden bir bakar ve oyunlarına devam ederlerdi. Olsundu, ben sokağa kamyonetle girdim ya. Nasıl bir ayrıcalık kazanmışım. Ötesi umurumda bile değil...  

resim
O senelerin odun-kömür taşıyan kamyonlarından biri...

Kamyonet evimizin önünde durur, bizimle birlikte ama kamyonetin kasasında odunların üzerine oturarak gelen iki hamal ve bizler aşağı iner, kamyonetteki odunlar aşağıya boşaltılır, sonra da hamallar tarafından, kalın hasırdan örülü küfelere yeniden özenle dizilerek, aşağı kömürlüğe sırtlarında taşınmaya başlanırdı. Bu taşıma işi ortalama bir saat içinde biter, kömürlüğümüz ağzına kadar muntazaman istiflenmiş odunlarla dolar taşardı. İş bitince de rahmetli valide hanım elinde faraş ve süpürgeyle aşağıya iner, kapının önünde odun yığınından artakalan kırıntıları ve odun tozlarını, kıymıklarını süpürür, ardından da bir-iki ibrikle yeri sulayarak pırıl pırıl yapardı. Bu son nokta, herkeste âdettendi o yıllarda... Odun da alınsa, kömür de alınsa, mutlaka kapının önünde arta kalanlar ev ahalisinden birileri tarafından süpürülürdü.

Babam, bir işi daha başarmanın verdiği keyifle cigarasını yakar, ben sokakta oyuna dalar ve bu alışveriş, havalar soğuyana, tâ ki sonbahar gelene, ilk yağmurlar düşene kadar unutulurdu. Havaların giderek ısısını düşürmesiyle birlikte, kömürlük-ev arası hareketlenme de başlar ve içleri odunla doldurulan ilk kovalar yukarıya, evin balkonuna taşınmaya başlardı. Bizim evde âdetti, sobalar sonbaharda, tam; 29 Ekim’de kurulurdu. Çoğu İstanbullu için de bu tarih, soba kurma günü olarak kabul edilirdi eskiden...

İbrahim Akın KURTOĞLU
Cevapla
Akın ağabey,siz bu forum için bir şanssınız.Elinize,yüreğinize sağlık.
Cevapla
Estağfurullah Hakan'cığım. Sizler gibi işinin ehli, uzman meteorologlar arasında bizler sadece araları doldurmak için, antrakt bâbından forumda yeralmaktayız. Wink Asıl ben şanslıyım ki, böyle harikulâde bir ortamda bulunmaktayım.
Cevapla
Akın abi mükemmel bir yazı..hiç bitmesin istedim..muhteşem akıcı bir uslup...Eline emeğine sağlık...Devamını heyecanla bekliyoruz...Bu arada nüfus cüzdanımda mahalle kısmında benim de Hırka-i şerif mahallesi yazıyor..Hemen camiinin alt tarafında Balipaşa caddesinin girişinde geçti çocukluğum...Ramazanların tadı bambaşkadır Hırka-i şerif, eski adıyla İskenderpaşa mahallesinde...Bir ara uzun uzadıya konuşalım bu konuyu :-)
.
Cevapla
Tamam o vakit. İlk fırsatta hepinizi sahlep içmeye bekliyorum Serkan... Şu karlar geçsin (aslında geçmesin Sad , ama mecburen geçecek bir süre sonra), güzel bir İstanbul muhabbeti yapalım hep biraraya gelip...
Cevapla
Akın bey eski günleri ne kadar güzel canlandırmışsınız... Sıcacık bir yazı olmuş ... Smile Yüreğinize sağlık...
İstikbal Göklerdedir
Cevapla
Teşekkür ederim Şenay hanım. Sizin blog yazınız da çok naif ve etkileyiciydi.
Cevapla
Akın abi çocukluğuma götürdün beni sağolasın var olasın, ne de güzel anlatmışsın o günleri inan okurken yeniden yaşadım çok güzeldi o zamanlar biz de babamla kömür olamaya giderdik ama apartmanca gider toptan alırdık odun kömürünü onlar kocaman tabaka tabaka olurdu bir de onları kırması vardı tabi hey gidi günler.Abi en kısa zaman da bir araya gelelim mümkünse sizinle sohbet etmeyi çok istiyorum.En kısa zamanda görüşmek üzere ,tekrar teşekkürler Akın Abi.

Bu arada Serkan la mahalleden çocukluk arkadaşıyız Balipaşa cad.sinde.
Hedefi olmayan gemiye hiç bir rüzgar yardım edemez.
Cevapla
Akın Abi hani bazen yazacak şey bulamazsın kitlenirsin.. Kendimi aynen o durumda hissediyorum.. Eline, emeğine, yüreğine, diline sağlık.. Hakan'ın da dediği gibi sen hakikaten hepimiz için bir şanssın.. Sevgiler, saygılar üstat
Cevapla
Akın Bey yazınızı bir solukta okudum.Hasret kalmışız yazılarınıza, ayda bir google da isminizi aratıp nerede yazdığınızı arıyordum.Şükür kavuşturana diyelim.Yaşlarımız yakın, ilk çocukluk dönemim bahsettiğiniz odun,kömür depolarının 100 metre yukarısında geçti.Babaanemler Langa da bizden 2-3 dakikalık mesafede oturuyordu altında bir garaj vardı yanılmıyorsam adı Vanlıoğlu olması lazım.Evleri tahminen 160 metrekare civarındaydı.Apartman boşluğuna bakan bir odada iki adet kuzine biri yemek yapmak için biride sadece börek,baklava pişirmek için kullanılırdı.Rahmetli halamların o kuzinede pişirdiği yemekleri,börekleri hiç unutmadım.Kuzineler yugoslavya' dan göç ederken trenle gelmiş odayı kaplayacak büyüklükteydiler.Zamanla Aksaray ticari bir merkeze dönüşmeye başladı bizede taşınmak düştü yeni ikametgahımız artık Küçükçekmece'ydi iki ayrı bloğa toplam beş aile dağılmıştık.Kömür sizin de dediğiniz gibi ağustos ayında alınıyordu.Bir kamyon kömür beş aileye pay ediliyordu.Babam ve amcamların keyfine göre belkide ceplerindeki paraya göre bazen hamallar bazen biz taşıyorduk bodrumdaki kömürlüklere.Benim görevim hep aynıydıydı ufak olan parçaları kovalara doldurmak.Sobamız demirdöküm markaydı yanları koyu kapakları açık kahverengi,amcamlar da ise yeşil boyalı auer vardı.Annem hep babama söylenirdi bu soba sağır bir auer almadın diye güzel günlerdi.
 Sağolun Akın Bey çocukluğum bir film şeridi gibi canlandı gözümde,saygılarımla
 Osman Öztürk
Cevapla
  


Hızlı Menü:


Konuyu Okuyanlar:
1 Ziyaretçi